Sabah, güneşe karşı oturup, doğanın güzelliğini seyretmek ve ardından uzun uzun bu güzelliği yazmak...
Yaklaşık on günlük bir yazı programına katılmıştım ve bir grup yazar arkadaşlarla dünya ile bağlantıyı kısa süreliğine kesip, yazılarımıza odaklanacaktık. Her sabah bir kişinin belirlediği bir konu üzerinde yazıp, daha sonra da yazdıklarımızı değerlendirerek yazma kabiliyetimizi geliştirmekti asıl amaç. Aynı anda, aynı konu üzerinde meydana gelen farklı görüş ve yazılar bazı günler damgasını vurmuştu yazılara. Diğer zamanlarda ise yazıların sanki bir kalemden çıkmış gibi olması da ayrı ilginçti. Bazen birbirimize çok yakın, bazen de aramızda uçurum olması normal gibiydi artık bu yazı deneyimlerden sonra.
Kolaymış gibi görünse de çok zor olduğunu keşfetmek ve elinde kaleminle öyle kala kalmak da vardı tabi işin içinde. Halbuki, tıpkı bir şiir gibi görünüyordu burdan bakış mesafesinde olan görüntü. Mavi daha da maviydi ve çeşitli tonlarıyla bir ressamın hayal gücüne güç katarcasına güzeldi. Güneşin al'ı gökyüzünün derinliklerine uzanıyordı. Ağaçlar, sanki dallarıyla sarılıyordı o birkaç gökyüzünde yüzen bulutlara. Onca güzelliği seyretmek ve büğülenmek kolaydı. Bütün mesele doğru kelimeleri bulup bir araya getirmekti aslında. Doğru kelimeleri öyle bir yana getirip, okuyana oradaymış gibi hissetirmekti asıl başarı.
Doğanın güzelliğine ithafen yazılacak yazılarımın başlangıcı bende bir türlü başlayamıyordu sadece. Öylesine uzaklara dalmış seyrederken, arada gelen mesajlara da zaman ayırmayı ihmal etmiyordum tabii ki. Dünyadan uzaklaşıp yazalım demek çok kolaydı. Öyle telefonu, mail kutusunu boş bırakmak gerçek hayatta yoktu bir kere. Acil gelen mesajlar, iş yerinden gelebilen mesajlar, belli süre içinde cevaplanması gerekenler derken. Bir yanım doğayla bütünleşmeye çalışırken, diğer tarafım günlük şartlara ön ayak ediyordu. Bir gözüm dünyada, bir gözüm mesajlarda takılıp gidiyordum böylece. Buğünün yazı önerisinin içeriği doğa, toprak, güneş ve su. Doğadan oluşan güzellik tablo misali hazır karşımda, elimde yaklaşık kırk dadikadır boş boş bekleyen kağıt ve kalemim. Ve hemen yanımda elimin altında uzağı yakın eden, dünyayı birbirine bağlayan telefonum vardı.
Gelen mesajın birinde şu an okuduğunuz bu dergide bir yazımın yer almasını istediğim durumda kadınlara yönelik bir yazı hazırlamam yazıyordu. İki kere düşünmeden, tamamdır diye cevapladıktan sonra yine uzaklara uzattım bakışlarımı. Bu defa bir değil iki konu vardı üzerinde yazmam gereken. Biri doğa, diğeri ise kadın.
Aslında iyi düşününce doğa ve kadın birbirine çok yakın konulardı. Toprak ana diye boşuna dememişlerdi. Onca zahmetle, acıyla zamanla meyveden çekirdeği çekirdekten tekrar ağacı (çocuğu) yetiştirir ve sonrada güneşe, yağmura, fırtınaya teslim ederdi. Güneş ne kadar gerekli olsada dozajı fazla olunca kuruturdu yapraklarını ağacın. Yağmur, her ne kadar can suyu olsada, fazla geldiğinde topraktaki damarları boğar ve öldürürdü yerine göre. Tıpkı belli bir süre sonra çocuğun kendi başına dünyaya açılması gibi. Her ne kadar ana, yavrusunu korumak istese de, bir yerde onu bırakmak zorunda kalıyordu. Güneş ve yağmurun benzerliği bu defa, çocuğunun etrafındaki kişiler ve etkileriydi. Ne kadar da korumak istesek. Bir yerde onların, yanı çocukların kendi doğru ve gerekli gördükleriyle baş başa bırakmak zorundaydık aslında. Konumuza gelince, illa kadın veya kadına yönelik değil aslında benim yazdıklarım. Genelde duygu içerir ve herkes kendini bulabilir yazılarımda. Az önceki yazdıklarımda öyle. Toprak ana deyimini ana ile örtüştürsekte babanın da rolünü göz ardı edemeyiz. Dünyanın neresinde olduğun önemli değil, ebeveynin her yerde aynı duygulara sahip. Ama Türk toplumu olarak Belçika’da yaşamını sürdürenler daha fazla sorunlarla karşı karşıya demektir ebeveynler olarak. Yağmurdan, güneşten esirgediğimiz o çocuklarımızı başka bir kültürün kucağına bırakmak zorundayız. Kendi kültürümüzü zorla aşılamak için yer yer her türlü taklayı atarken, hatalar yapabiliyoruz. Yaşadığımız ülkenin kültürünü ve altyapısını bilmenin öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu unutuyoruz zaman zaman. Zamanın da değiştiğini ve biz ne yapsakta dönen devranın durmadığını da kabullenmek gerekiyor aslında. Bilmediğimizi öğrenmenin, tanımadığımızı tanımanın zamanı geldi de geçiyor diyebilirim. Bunu en azından gözümüzden sakındığımız çocuklarımız için yapmamız gerektiğini bilmemiz lazım. Bazen de değişimin bizlerden başlaması gerektiğini de görmek geriyor. İlerlemek gerekiyor adım adım. Yerinde hiç bir şey saymıyor çünkü. Toprakta yetişen ağaç, tohum halinden çıkıp nasıl meyve veriyorsa ve tekrar o meyveden yeni tohumlar ürüyorsa. Bizlerin de meyve vermesi gerekiyor. Gül ağacının gülleri, iğde ağacının iğdesini, kavak ağacı da sulak yerde yetiştiği gibi herbirimizin bu ağaçlar gibi farklı bir görevinin olduğunu unutmamalı dünya da. Aramalı, araştırmalı ve gelişmeli. Geliştirmeli kendimizi ve etrafı. Çocukları da taşımalı ileriye. Onlara ektiğimiz toprakta yetişebilmeleri için, gereken özgürlüğü de sağlamalı öyle içab ettiğinde.
Bu tabii 'saldım çayıra, mevlam kayıra' anlamına gelmiyor.
Kuralsızlık değil eğitmemiz gereken. Hayat da trafik gibi diyebiliriz. Kırmızı da geçersen olasılığı bilmeli. Gerisini düşünmeli her adımın. Ve gerekli kurallar olmalı, bunu da unutmamalı. Önemli olan aslında bütünün içinde dengeyi sağlamaktır. Yeterli su, yeterli güneş, gerekli bakım, sonrada verilen emeğe güven ve dua. Sonrasında oturup mudahale etmeden seyretmek gelişimi. Büyümesini ve verilen emeğin, meyvesinin gelişinin tadını çıkarmak. Bir de unutmamak gerekilen önemli not: Herşey geri dönüşümlü hayatta. Ne ekersen onu biçersin..
Nerkiz Şahin
Yorum Yazın
Facebook Yorum