Tatil sezonu açılınca insan ister istemez o moda giriyor. Bizde öyle tabi. Tatil nedeniyle temmuz ve ağustos ayları pek iş olmuyor zaten tercümanlıkta. Hal böyle olunca, insan değerlendirmek istiyor onca boş günü. Biz de bu yıl aldık arabayı ve karıştık izin yolcularının arasına. Karıştık derken, aslında pek de aralarına karışamadığımızı fark ettik gittikçe. Mercedes, BMW ve benzeri lüks araçların arasında bizim minik sırıttı kaldı. Son model arabalar ve üzerlerinde füze şeklinde bağajları yollara serilmiş gidiyorlardı. Bizi diğerlerinden ayıran bir başka yönümüzde hızımızdı. Ama oraya gelmeden önce bir sürü yapmamız gereken şeyler vardı. Bunlardan birisi de döndüğümüzde çıkacak olan şiir kitabımdı. Toplantılar, organizeler derken son günümüzde bir de şiirlerimizi okuduk tabi festivalde. Böylece Gent festivalinde yıllık düzenlenen "Camda Şiir" isimli programda yerimizi aldıktan sonra ufaktan ufaktan yola koyulduk. Benzini fulledik, arabayı yükledik ve navigasyonu da ayarlayınca hiç bir engel kalmadı deyip otobanın sağ şeridinden ilerlemeye başladık. Bir yandan türküler eşlik ediyordu yolculuğumuza ve aynı zamanda hangi araçlar bizim gibi Türkiye ye gidiyor tahmin etmeye çalışıyorduk. Aramızda yine de ufak bir bağ vardı diğer yolcularla, her yönde olmasada. Arabamızın minnacık olması mesela, bizi ayırıyordu diğerlerinden. Rengi de çok farklıydı çoğu siyah veya gri tonlardan oluşan araçlardan.
Bizim arabamız turuncuydu.
Arabamız küçük olduğu için öyle son gaz basarak gitmek gibi bir lüksümüz de yoktu. Kuralları çiğnemeden yolculuk yapmanın yolu küçük motorlu araçtan geçer diye düşünüyorum. Cezaları kaldırıp, baştan araç fabrikalarına yasak getirseler, kimse böylece hız sınırını istese de geçemez. Tarkan'ın kuzu kuzu şarkısı fonda söylerken yolcularda bizim gibi kuzu kuzu yolu takip etmesi gerekir kurallara uyarak.
Gece yolculuğunu severim ben. Çok da uykuya ihtiyacım yok aslında. O uyulması gereken sekiz saat uykuya bir türlü ulaşamıyorum nedense. Yılda bir iki kere hariç, dört beş saat uyku yetiyor. Hatta gerektiğinde üç saat'e bile düşürebiliyorum bunu. Hal böyle olunca gece veya sabaha karşı yola çıkmak mantıklı geliyor uzak yolculuklarda. Gecenin serinliğinden faydalanarak kahve keyfiyle araba kullanmak zevk haline geliyor. Sınırların kaldırıldığı ülkelerden geçmek de bir ayrı lüks yaz aylarında. Gümrük kapısı olan yerlerde bekleyince insan daha da iyi anlıyor bunu. Almanyanın o herkesin şikayetçi olduğu yollarını gece geçince de çok trafik görmeden ve yol çalışmalarının sadece levhalarına şahit olarak yol alıyor insan. Zorunlu da olsa kurallara uydukları için diğer yolcular, yollarda bizim gibi yavaş giden kuzular çoğalıyor birden bire. Nihayet, sonunda diğer yolcularla gerçek bir bağımız oluşuverdi yol çalışması yüzünden diyordum kendi kendime.
Yağmurlu ve sisli Avusturyanın ardından Sırp gümrük kapısı karşıladı bizi. İki yıl önceki geçtiğimiz dağlık yolların çoğunu dün geçmiş gibi hatırladım desem yalan olmaz. Gümrüğe tahminen az kala yeni yapılmış yola çıktık ve iki tünel geçtik iki euro verdikten sonra. O arada ne olduysa oldu ve yağ gibi giden yolculuğumuza bir son geldi. Bir milim bile yerinden oynamayan araçların ardına biz de gittik sıralandık. Araçlarından çıkmış olan diğer yolcular gibi bizde arabayı durdurup indik. Sağa sola bakınıp kardeşlik duygularımızı kabartıp yolcularla hemen muhabete girdik sanki kırk yıllık ahbapmışız gibi. Hep birlikte her yıl aynı rezillik diye havalanan şikayetleri dinledik bir taraftan. Bazı yolcular tozlu bir ince yoldan aşağı gidiyordu. O yol nereye çıkıyordu merak etmiştim doğrusu. Ama oradan inme cesaretini kendimde bulamadım. Gümrüğe ne kadar bir mesafede olduğumuza dair de bir fikrim yoktu. Salak yurduna düşmemek için de sormuyordum kimseye.
Karşı taraftan gelen yoldan arada da bir araç geçiyordu. Bizim yolda tık yoktu.gidiş geliş yolunun arasındaki açıklığı değerlendirip geri dönersem belki başka bir yol bulurum diye düşünerek bir hamle yaptım. U dönüşü yaparak, karşı yoldan sürmeye başladım. Tünel çıkışı tekrar iki euro ödedim ve sınır kapısına giden başka yol var mı diye sordum. Gişe de duran kişi tuhaf tuhaf yüzüme baktıktan sonra, bundan başka yol yok, orası Bulgaristan girişi dedi. Az ilerden tekrar dönüp tünele yeniden girmelisin diyerek sohbeti sonlandırdı. Yine kuzu kuzu deneni dinleyip ve iki euro daha vererek tekrar çıktığım yola girdim. Tabi haliyle araya o kısa zamanda yüzlerce araç girmişti. Yoldan çıktığım yere tekrar gelmemiz tam üç saatimi aldı. İyi bir ders oldu ve birdaha yolumdan çıkmamayı öğretti en azından. Bir de gümrük kapısıymış zaten orası. Gümrüğün yoğunluğundan kapanmış yol.
Bir taraftan gök yüzü şimşek çakıyor, diğer yandan araçlar ücretsiz korna konseri veriyor derken, dört saat daha bekledikten sonra sıra bize geldi. Beklerken de vaktimi değerlendirmedim değil. Yeni çıkacak kitabımın tanıtım videoları için çekimler yaptık doğa içinde. Bulgaristana girdiğimizde saat gece yarısını geçmişti. Bir iki saat gözlerimi dinlendireyim derken öyle bir uyuya kalmışım ki sormayın. Gözümü tekrar açtığımda saat sabah sekiz buçuktu. Türkiye ise bizi yaklaşık bir dört saatlik yoldan sonra bekliyordu. Türk gümrüğüne yaklaşınca son petrolde bir yarım saat mola alıp atıştırmalık bir şeyler aldık. Olurda da yine gümrükte kalırsak en azından soğuk içecek ve taze yiyeceğimiz bulunsun dedik.
Hiç birine gerek kalmadan gelip geçtik bu defa gümrükten. Bulgar polisi sadece Tülin in ehliyetini görmek istedi. Kaçak kullananlar varmış ve kızı çok küçük gördü sanırsam. Tülin ehliyetini verdiğinde polisin tepkisi tuhaftı diyebilirim. Kasaptan mı aldın dedi ilk. Tülin anlamayınca, yani bakkaldan mı aldın ehliyeti diyerek devam etti. Bulgaristan da ehliyetler nerde satılıyor bilmiyorum ama Belçika’da çalışıp alıyoruz cevabı da kapak oldu polise. Türkiye gümrüğüne gelince ehliyet soran olmadı. Gelibolu yolunu tuttuk ve bir çırpıda ferry botumuza geldik. Dağlara yayılmış reklam tabelaları ve inanılmaz güzel manzara eşliğinde yolumuza devam ettik. Arzunun ismini dağlara yazan aşığın yazısı gibi, elinle yaktığın ateşi göz yaşınla söndüremezsin yazan derin yazılarda eksik değildi yol kenarlarında. Lüks villaların reklamını yapan tabelanın altında yıkık gece kondular daha çarpıcı duruyordu işin doğrusunu söylemek gerekirse. Çelişkiler her yerdeydi. Doğanın güzelliği ve yerlerdeki çöpler de çarpıcıydı ayrıca. Mercedes yanında park etmiş markası bile silinmiş araç da ayrı bir hikaye anlatıyordu kendince. Şahane görünümlü restoranların yenmez, tatsız tuzsuz yemekleri gibi.
Neyse daha derine dalmadan, sağ selamet geldik diye sevinirken birden bir patlama sesi geldi. Arabanın lastiği değildi. Yoksa araba kontrolden çıkardı. Dışarıdan da değildi gelen ses. Sağa sola bakınınca Bulgaristan da aldığımız Pepsi Cola nın patlamış olduğunu gördük. Üst kısmı tüm açılmış ve bir damla Pepsi kalmamıştı içinde. Galiba arabanın içine yansıyan güneşin sıcaklığa dayanamayıp patladı diye düşündük. Allahtan füze gibi cam'a doğru fırlamamış. Arabanın içini artık kabullenmiştik. Açılan hasar yıkanarak giderilebilinecekti sonuçta. Teneke kutuyu ilk gelen çöpe atarak ondan kurtulduk,ama ferry botumuzu beklerken, parfüm satan, simit satan, mısır satan seyyar satıcılardan kurtulmak o kadar kolay değildi. Tam saydım ve 15 defa aynı kişiye almıyorum kardeşim diyerek yollamaya çalıştık. Satıcılıkta ikna gücü yüksek olabilir ama bende sadece sinirlerimi kabartıyordu. Aynı dili konuşmasak, anlamıyor diyecektim. Ama bal gibi de anlıyordu verdiğim "hayır" cevabı.
Bazı şeyler kaç yıl geçsede değişmeyecekti Türkiyede.
Neyse daha fazla canımızı sıkmamaya karar verdik ve botumuza binince de kurtulduk zaten o şahıstan. Yolumuzu bu defa İzmir'e düşürmeye karar verdik. Ama Ayvalık da çağırıyordu sanki bizi. O çağıran sesi dinleyerek Ayvalığa gittik. Gece saat 23.40 da daracık daracık sokakların arasında kalacağımız otele geldik. Bir an o karanlıkla karışık yıkık dökük binaları görünce hiç ardıma bakmadan oradan uzaklaşmayı düşündüm. Sokakta sadece sahipsiz köpekler ve kediler vardı. O an otelin sahibi yaklaştınız mı diye aramasaydı belki de geriye dönmeden uzaklaşmıştım oralardan. Gelen telefonla sanki herşey yerine yerleşmişti. Arabayı park edince, yanımıza duran araçın sürücüsü camını açarak bir şey sorabilirmiyim dedi. Bizim yabancı plakayı görünce bunlar burayı biliyor diye peşimize takılmış ve ailece kalabikecekleri bir otel arıyorlarmış. Onlarda Almanya yolcusuydu. İndiğimde plakasından görmüştüm. Otel sahibi de o an dar sokağın birinden gelip, onlara da boş odasının olduğunu söylemişti. Eski Rum evleri burası ve tarihi bir yapı içindeyiz deyip tarihçesini anlatmaya başlamıştı buraların. Sağ tarafımızda tarihi bir kilise vardı. Gerçi şimdilerde cami olarak kullanılan bir kiliseydi. İçimiz şimdi daha rahattı. Terk edilmiş bir mahalle değil de tarih kokan bir yerdeydik.
Ertesi gün ev kahvaltısıyla uyandık. El yapımı reçeller ve el yapımı ekmekleri yedikten sonra turist takıldık ve çevreyi gezdik. Turist havasına girmişken eski Foça yı da listeye alalım dedik ve düşündüğümüzü gerçekleştirdik. Kara dut dondurması, balık sefası ve gemi turu ardından yine dar sokaklar ve tarihçe derken İzmir'e doğru çıktık bu defa. İzmir den aklınızda kalanlar ne derseniz, en çok da kadın kılığındaki erkekler damgasını vurdu günümüze. Bir grup bakımlı kadın geliyordu ki karşımızda, konuşmaya başladıklarında sıçrayıverdim. Erkek sesi hiç beklememiştim. Bir an onlardan bakımsız ve salaş giyimli olduğumu görünce kadınlık gururum incildi. Elin adamı benden bakımlı ve güzeldi. Sabah ilk işim kuaföre gitmek olacaktı.
Sadece düşüncede kaldı diyebilirim kuaför olayı. Onlarla yarışmaya kalkmayacaktım herhalde. Onların ihtiyacı varmış ki o bakıma, giyime, ihtişama, yapmışlar. Ben halimden memnundum ya hani diyerek, kendime moral verdim ve aynı salaş ve dökük halimle ertesi gün yine yol aldık.
Kaş/ Kalkan bir sonraki durağımız olacaktı. Neden orası derseniz, orada bir Belçika havası esmişti. Belçika dan arkadaşlar Türkiyede yatırım yaparak tatil sitesi açmış ve yeni bir iş yeri işletiyorlardı. Biz de o güzellikleri gidip görelim demiştik. İyi ki de gelmişiz ve bu yer yüzünün cennet köşesini görme şansımız olmuştu böylece. Gurbetten sılaya bir yol çizmişlerdi. Vatan aşkıyla işlenmiş ve süslenmiş bir rüyanın gerçek oluşuna şahitlik yaptık biz de böylece ve yollar bizi bekliyor deyip ordan da çıktık yola. Yol boyu en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de, artık Türkiyede korna seslerinin azalmış olmasıydı. Hatta kırmızı trafik lambasından geçen araç sayısı da baya düşmüş biz burda sürmeyeli. Sinyal kullanan hala çok az da olsa, arada şaşırtanlar oluyor bizi. Arabasının camını açıp çöpünü dışarı fırlatanlar ne yazık ki daha fazlasıyla var. Ama genel olarak bir gelişme var gibi. Demek ki umudumuzu yitirmemek gerekiyor. Cennet gibi ülkemizin kıymetini dışarıdan gelince, yani gurbette olunca, belki daha farklı algılıyoruz da olabilir. Yere tüküreni görünce sanki evin halısına tükürmüş kadar sinir oluyor insan. Nezaket kuralları her evde doğal olarak öğretilmiyor belkide deyip, sakinleşmeyi deniyorum sürekli. Boşver şimdi yoluna bak diyorum kendime. Rotamız sahil boyu Akdeniz sularına kadar gitmek şimdilik. Memleket denince her yerini gezip görmek gerekir deyip yolumuza yollar ekleyeceğiz böylece.
Daha sonra da orada bir köy var, o köy bizim köyümüz diyeceğiz. Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüz...
Nerkiz Şahin
Yorum Yazın
Facebook Yorum