Bu başlığa uygun bir yazı yazmam için soru geliyor. Bu bilmem kaçıncı soru aynı konuyla ilgili. Tam başlıyorum kadın ve Avrupa ile ilgili yazıma, ama gerisi gelmiyor başlıktan öte. Ya ısmarlama yazamıyorum onun göstergesi bu. Ya da tipik bir bakışım yok, Avrupa veya kadına dair. Kimbilir belki de yıllardır kadına, kadın gözüyle değil insan gözüyle bakın diye yırtındığımız için artık kendimiz bile kadına kadın diye bakamıyoruz artık. Geçmişten bu yana kendi yaşadıklarından yola çıkarak yaz dedim kendime en sonunda. Tabi geçmişe geri dönünce ilk akla göç geliyordu haliyle. Bir de duygular işin içine girince yazının yönünü siz düşünün işte. Eski fotoğraflar karşımda. Göç dönemindeki kadınlar. Yüzlerdeki ifade. Gözlerdeki manalı bakışlar. Ya Avrupa uğruna geride bırakılmış, yıkılmış dünyaları simgeliyorlar, ya da dalından koparılmış, toprağından uzaklara bir köşeye atılmış ve unutulmuş gibi, kurumuş gibi görünüyorlar. O çeşme gözler kurumuş. Dilleri konuşmuyor artık. Göç ve kadın mı yazsaydım başlığa diye düşünüyorum. Ama değiştirmeye niyetim yok. Yazdıkça bakalım daha başlık nerelere doğru eğilecek.
Göç ve kadın deyince akıllara hep benzer hikayeler ve görüntüler gelir. Eski model araçların üzerinde sarılı bagajlar. Dar kesim gömlekler. Kısa etekler pantalon üzerinde. Alt kısmı genişleyen pantalonlar. Tren istasyonları gelir hep akla. Kalkış sesi ve beyaz bir duman kalır geriye. Giden gitmiştir, ama bir yanı hep geride kalmıştır. Kalanın ise, hep gözü yaşlı. Elinde valizle yolculuk yapmaya hazır erkekler. Kucağında bebekle oturmuş yüzünde hiç bir ifade olmayan kadınlar. Sararmış mektuplar gelir akla hep göç deyince. Sevgiliye yazılmış. Okumaktan veya okutulmaktan aşınmış. Sağı solu kırışıktır hep ve gözyaşlarının sildiği harfler damgasını vurur hafızaya. Yalnız kadınlar gelir hep akla. Avrupa uğruna yalnız bırakılmış kadınlar. Sararmış fotoğrafta kalmış o renkli Türk kadınları. Avrupada solmuş ve fotoğraflar gibi renksizleşmiş, renksizdi ozamanların çekilen fotoğrafları. Ölümsüzleştirilirken zamana hapsedilmiş kadınlar haline gelmişlerdi aslında. Cansızlaşmıştı bedenler yakalanan karede. Sanki gelecekte zaten can gidecek, sadece görüntü kalacak der gibiydi.
Cansız, solgun ve renksizdi.
Canlarını ardında bırakıp giderken çekilen bir kare nasıl olabilirdi ki zaten? Canı giderken geride kalan nasıl gülerdi? Nasıl renkli ve neşeli olurdu? Ama herşeye rağmen, o bir an objektife yakalanan bakış, duruş, yıllara meydan okuyordu. Zamanla o bakışları atan ve duruşlarda olanlar yerini boşluğa bırakıp kaybolmuştu. Avrupa denilen tutmuştu sanki hepsini. Bir tek fotoğraflar zamana dayanmıştı. O zamanlarda fotoğraf makinası öyle boşuna kullanılmayan bir şey olunca, sadece o büyük törenlerle yakalanan o bir anı taşıyabiliyordu geleceğe. Yani buğüne.. Fotoğraf denince, akıllara ilk gelen de ayrılıklardı. Ve göçlerin tanığıydı böylece fotoğraflar. Hep bir önemli bahanesi vardı, olmalıydı, fotoğraf çekmenin. Sırf bu yüzden çok şey barındırıyordu içinde o minik kareler. Bakmasını bilene, yüzlerin ardını okumasını bilene. Kimi zaman, ağlayan bir bebeğin çığlığını saklamıştı içine. Kimi zaman ağlayamayan gözün yaşını. Bazen de gözü kapalı yakalanmıştı resimdeki duran. Sanki ona gelecekteki bakanları görmek istemiyordu. Gelecek için endişeliydi ve gözlerini sırf bunun için kaçırmış gibiydi.
Kim bilir..
Belki de okunsun istemiyordu gözlerinde o an ki hissettikleri. Ve bilerek kapatmıştı göz kapaklarını. Sararmış solmuş her fotoğrafın bir hikayesi vardı. Ağızdan ağıza anlatılıp yarısı silinen hafızalarda. Ya da tam tersine yıllar geçtikçe, solan fotoğraflara inat, uzadıkça uzayan ve renklenen hikayeler çıkardı ortaya. Her biri birbirinden farklı gibi görünse de ilk bakışta, çoğu zaman birbirine benzemekteydi dinleyince. Hikayeler böylece karışırdı birbirine sürekli, boyanır, şekillenirdi anlatıldıkça, süslenirdi. Yıllar geçtikçe albümlerde bulunan o sayılı fotoğraflar tek tek daha da sararır, solar, hatta bazen de kaybolurken birbirinden kıymetli anılar fotoğrafta, hikayeleri eksilmezdi. Eskimiş albümlerde kaybolan fotoğraflar, yerine sadece boşluklar bırakıp iyice hüzünlendirirdi bakanları. Kimse bilmezdi kimin elindeydi şimdi o kaybolan yıllar. Değerlenirdi bu yüzden git gide geriye kalan her bir kare. Her biri sevdiklerimizle kıymetlenirdi bu defa. Hikayeler dediğim gibi ayrı konuydu. Yayılırdı onlar zamana. Azalmazdı, tükenmezdi. Tam tersine, birikir ve akardı yürekten yüreğe, gönülden gönüle. Birleşir ve, bütünleşirdi. Göç ayırmıştı zaten, bölmüşü. O yüzdendi belki de, hikayelerin tam tersini yaptığı ve zamanla çoğalması. Kenetlenirdi hafızalara. Birleşir ve güçlenirdi. Kadınlar ve güçlerini anlatırdı o kareler, hikayeler.
Yeni yeni zorluklar çıkmıştı yollarına. Yeni nesillerin kadınları farklı hayatlarda doğmuştu Avrupa'da. Yeni fotoğraflara yansıyan hayatlar. Renklendikçe fotoğraflar, hayatlar silinmeye devam etmişti bir taraftan. Sayılar çekilen karelerde azınlıktaydı git gide. Aile yapısı bile değişmişti burda uzaklarda. Makinalar ilerledikçe çekilecek kare, geleceğe bırakılacak hatıra kalmamıştı sanki. Uzun ve derin konular. Uçurum gibi karşımda. O derinliğe bir dalırsam çıkamam korkuyorum. Hiç bir şey göründüğü gibi değil bazen. O yüzden yazarken de insan zorlanıyor. Nasıl toparlayacağını bilemiyor. Başka bir zaman o derinlikleri göze alıp, dağıtarak toparlarım. Ama bu defa göçün izinde devam edeyim ben. Kendi çocukluğuma ve o an ki hislerime gideyim.
Bir minik ben, bir an geçmişte yakalanmıştım objektife. bir kare de dondurulmuş bir bakış ile bugüne uzanıyordum sanki. Gelecekte yaşanacaklardan habersizce bakıyordum olduğum yerden dünyaya. Sessiz bir ben. Belki de o an korkusuz bir bendim. O yüzden belki de böyle cesurdu bakışım. Gerçi, gerçeği söylemek gerekirse, hatırlamıyorum bile o anı desem yalan olmaz. Ondan sonraları var hep aklımda. Öncesi yok. Öncesinin fotoğrafı da yoktu.
Sadece sonrası vardı aklımda..
Tanımadığım insanlar, anlamadığım konuşmalar. Elimde içmediğim bir şişe süt. İçemiyordum, hiç öğrenmemiştim bunu. Hayatımda ilk defa bir kamış veya pipet dediklerini görmüştüm. Çiğniyordum, ama bir türlü yumuşatamamıştım. Ne zaman geçmişe dalsam hep gelir o an aklıma. Ta ki öğretmenim yanıma yeni bir pipetle gelip nefesini içine çekerek sütü içmenin yolunu aydınlatıncaya kadar öğrenmemiştim. Hayat o yıllarda, o gün o pipetle içtiğim süt kadar zor değildi benim için. Belki benim hatırladığımın önünde de zorluklar vardı hayatımda. Ama ben onlara tam manada şahit değildim. Küçüktüm ve dünya bir kaç yer ve olaydan ibaretti benim için. Ev gibi, okul gibi ve kısa bir sokak gibi. Yıllar daha sonra ulandı gitti birbirine. Tıpkı sokakların birbirine ulalı olduğu gibi. Sadece geri dönüşü olmayan yolculuktur hep bizimkisi. Sokaklarımız çıkmazdı sanki gün geçtikçe. O zamana tekrar baktığımda iki kültür arasında çatışma bile yaşamamıştım aslında. Çatışmalar daha geç yaşta bekliyordu beni habersizce. Okunmuyordu gözlerimde gelecek. Göçün beni getirdiği bu yerlerde, neleri götüreceğini bilememişim o yıllarda. Yaşadıkça öğreniyor insan bir fotograf''In kıymetini. Yaşadıkça öğreniyor insan yaşamanın kıymetini. Kaybettikçe anlıyor. Anlıyor, ama hep geç kalıyor.
Yolların dönüşsüz ve çıkmaz olduğunu çok geç anlıyor. Getirisi çok ise götürüsünün daha fazla olduğunu zamanla anlıyoruz aslında. Ama geç kalınmış oluyor bazı şeyler için. Bazen de hep vakit erken. Bir gerçek var o da değil Avrupa da dünyanın neresinde olursan ol. Kadın olmak zor. İnsan olarak görülmediği sürece işi zor. Belki de o yüzden elim varmıyor kadını yazmaya. İnsanı yazmak gerek herşey den önce.
Kadınca düşünceler..
Nerkiz Şahin
Yorum Yazın
Facebook Yorum