…
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
Refik Durbaş
Avurtları yüzlerinin ortasında kepmiş, iki kaşlarının arasından yukarıya dikilen derin çizgiler, çatılmış silahlar gibiydi. Bozkır toprağı gibi yer yer yarıkları andıran çizgilerle örülü sıfatları boz, kara kuru adamlardı. Göz çukurlarının derinliğinden fırlarcasına gözleri sımsıkı ayrık bakıyordu boşluğa. Sarının türlü tonlarından, yeşile, kahverengiye karışmış, üç beş diş görünüyordu yer göçüğü ağızlarında; sahipsiz, yosunlu mezar taşları gibi... Gülünce AR usturupsuz gülerlerdi kendi aralarında; ayıp sayarlardı ağlamayı. Ceplerinde horozlu aynaları,tarakları olurdu. Gırık Gadir’in belediyenin önündeki üç bacaklı açık hava dükkânında, öyle gözleri ayrık, ağızları sıkıca yumulmuş tavsırları çekildi körüklü fotoğraf makinesinde. O tavsırlardaki bakışlar, sanki dağları taşları delip binlerce kilometre ötede, hiç bilmedikleri, hayal bile edemedikleri bir yere saplanıp kalmış gibiydi. Bir yere görmeden çok önce bakan gözlerdi o gözler.
Bazıları yalnızca askerlikte çıkmıştı ata yurdundan. Kimisi ekmek davasına gitmişti Salihli’ye, İzmir’e, Adana’ya, İstanbul’a… Bu gidişler genelde yaya yolculuklardı. Biraz parası olan bir eşek alır, günlerce süren bu yolculukta menzile erişince eşeği orada satardı. Onlarla beraber yaya gidenler, denklerinde taşıdıkları çuvaldız iğnesi, sırım ve deri parçalarıyla, konak yerlerinde çarıklarını yamarlardı. Yarı aç, yarı susuz çileli yolculuklardı bu gurbet gidişleri. Oralarda bit kaynayan hanlarda yatmış; bağ bellemiş, amelelik yapmışlardı. Şimdi de “gâvur” denilen bir yerlere dikmişlerdi gözlerini. İşte bu nedenle, Gırık Gadir’e poz verirken, sonuna kadar ayrık gözlerinde korku, ümit ve hasrete dair çizilmemiş bir resmin, hayal edemeyeceğimiz boşluğu vardı.
Oysa binyıllar gerisinden gelen büyük göçerlikler, kaçkunluklar vardı kanlarında. Aslında gerek az çok bir yerlere gidenler olsun, gerekse köyden ancak Emirdağ pazarına, bilemedin Gareser’e (Afyonkarahisar) ,çoğu zaman omzunda heybesiyle yaya gidip gelenler, daha ötesini bilmeyenler olsun, artık göçmeyen birer göçmendiler. Bunu kendileri de bilmiyordu.
Ömür yolculuklar ve ayrılıklardan başkası değildi. Davar güttüğün yamaçlarda başının üzerinden geçen bütün bulutlar göçmendi. Bütün mevsimler, haftalar, aylar göçmendi zaten. Takvimlerini bunlara göre ayarlardı buranın insanları.”Anıza bastın, kar’a bastın” derlerdi söz temsili;”Zemheri çıkıncız daş daşa dulda olur” derlerdi. Yevmiyeye gidenler (ıkırcık) kıvırcık karanlıkta gider, çalışırlardı gün batasıya. Bilmiyorlardı; oysa gittikleri yerde zaman bile yabancı gelecekti onlara.
Göçmenlik hayatın ta kendisi değil miydi aslında. Dün, bu günden başkaydı. Yarın farklı şeyler bekliyordu her insanı. Biz mi geçip gidiyorduk bu dağların yamacından, bu dere yataklarından, tozlu yollardan; yoksa onlar mı bizden geçip gidiyordu. Biz mi konuktuk dünyada, dünya mı bizde konuktu. Yapraklar dallarda konuktu, ağaçlar toprakta. Aynı tarlada çift süren kaçıncı insandık kim bilir... Göçmendik zaten nerede ve kim olursak olalım… Tıpkı Büyük Mevlana’nın dediği gibi:
Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım…
“Üç günlük dünya için beş günlük nafaka lâzım.” derler. İki el bir kühleti doyuramıyorsa, ucu ucuna yetmiyorsa, başka diyarlarda ekmek aramaya çıkılmak insanın yazgısı olur. Aslında genlerinde göçerlik olduğunu bilmeyenler gözünü sakınmaz budaktan. Yokluk da binince omzuna, düşersin yollara gözünü yumup.
Ekmek davası sonunda ruhlarının derunundaki göçme duyusunu diriltince, adı bilinmedik diyarlara sökün etmişlerdir bir kez daha.
Kınalı bir tutam saç dürülü yavuklu yadigârı, kenarı işlemeli yağlıklar saklıydı giysilerinin en emniyetli yerinde. İçinde köynekleri, işlikleri, örme çorapları, tıraş takımları olan tahta bavulların sapına, sanki tüm memleketi ve onları var eden her şeyi taşıyorcasına sımsıkı yapıştı yaba gibi iri, kemikli parmakları, bilinmezliğe gittiler. Gedip de dönmemek, dönüp de görmemek var; helallaşıldı, ağlaşıldı gidildi. Kapıdaki meler-çeler satıldı, eminecek mal kalmadı kiminde, oğlan gönderildi, baba gönderildi; arkasından pel pel bakakalındı.
Nasıl gidildi, varıldı, yerleşildi derin ve uzun bir hikâye; anlatmakla bitecek gibi değil. Dili dişi, kurdu kuşu yaban ellerinde elli yıl geçti. Hani eskiler anlatır: Ayrık bir tarlaya varıp, oradaki otlara :”Arkadaşlar bi götlük (oturumluk) yer de bana verin, yerim yurdum yok” demiş. Tarlanın bitkileri ona da bir yer vermişler. Vermişler vermesine de, bir yıl sonra ayrık tüm tarlaya yayılıvermiş. Eskiler böyle anlatır. Bizim, pulluğun sapını bırakıp gidenler de birbirini çekip çekip götürdü. Avrupanın her yerinde oymaklar kurduk. Gel velâkin alışamadık bir türlü oralara. Aklımız burada, buradan gittiğimiz zamanki burada kaldı. Hayat tam da orada, bir film karesi gibi donakalmıştı işte.
Yamaçtan aşağı davarları yellersin tam da, işte o zaman veya hani o bir köşesi kepir, insanın imanını gevreten tarladan gelirken, ansızdan iniverir yağmur, bir anda iliklerine kadar ıslanırsın… Köyün üzerindeki gök gürlemeleri şimdi gibi aklındadır… Bir sabah uyandığınızda, dam boyu kar yağmıştır. Anan; "Gücük devenin guyruğuna çıkmış" der. Akşamları gaz lambasının ışığında, arkasına kuru fışkı ve iri saman yığılmış ocağın çevresine toplanılıp, eskilerden konuşulur. Dışarıdan tipinin uğultusu gelir. Dünkü gibi aklında yaz mevsimi, öğle sıcağında ağaçların altında yatan davarlar; ikindin sonu sağımcı kadınlar hepsi aklında... Ciyaralara bile ‘Ellilik’ , ‘yetmişbeşlik’ diye ad verilirdi. Harman yerinde geceleyin yel kesilip de dinnek verince, yakılan o ciyaraların tadı da dilinde. Yokluk yoksulluk vardı amma kimse şikâyetçi değildi halından. Olan olmayana destek olur, hatırla gönülle iş yapılırdı. Türküler koşalaşarak söylenirdi. Davarlar kubaşık güdülürdü. Sokular karşılıklı dövülürdü. Düğün odununda imece yapılırdı. Kerpiç birlikte kesilir, düz örtü evler, yan yana yapılır, duvarları birbirine destek olurdu. O insanlar gitti de yerine kim geldi. Oradaki saygıyı sevgiyi adamlığı abılalığı sel mi götürdü, yel mi uçurdu. Sen o adam değil miydin? Sen o adamsan, şimdi neden o adama benzer heç bi tarafın kalmamış.
Mal maşat kaçamasın diye heliklerden kurukalem yapılmış, harımlar vardı. Akşamleyin habersiz oturmaya gidilirdi; kapısı çalınmadan girilen komşu evlerine. Harımları yıktınız, yerine üç metreli surlar diktiniz. Düşman deyip, hısım akrabaya inat, üç yerine dört kat evler dikip, çevresini surlarla çeviren, onun üzerine de dokuz kat tel örgü çektiren insan elbette ki, omuz omuza vermiş kara örtü evlerde yıllar önce yavan ekmeğini eşiynen dostuynan bölüşen adama benzemiyor. Benzemek bir yana, bu adam o kişi değil artık.
Demek ki, insan gurbete alışır gider. Alışır, bilişir, orada kendine başka bir dünya kurar. Kurduğu dünya ne oraya benzer, ne de buraya. Yurt dışındaki insan ne tam Avrupalılar gibi bir hayat biçimi kurar, ne de artık buralardakine benzer onun yaşadıkları. Kazanmıştır kazanan para pul, mal mülk; velâkin bir zamanlar yavan yufkayı bölüştüğün burada kalan arkadaşa tepeden bakıyorsan; kaybettiklerin parayla pulla ölçülmeyecek kadar çok demektir.
Oraya gitmesinin ilk amacı para kazanmak; ikincisi, kimseye muhtaç olmamak, dostu düşmanı güldürmemek olduğu için, çalışmak zorundadır. Çalışmak zorundadır; her şeyden önce yaşamak için. Buradaki gibi, bir çarpım ekmeği bölüşmek falan yoktur. Kurallar kesindir. Sabah işe gidersin, horozlar kuşlar uyanmadan önce. Akşama kadar çalışır gelirsin. Çoluğun çocuğun okula gider. Dil bilmezsin, derdini anlatamazsın; en önemlisi de adam yerine konulmazsın. Bir türlü seni tam olarak aralarına almazlar. Açık ve net; sen yabancısın,göçmensin,azınlıksın.Çocuklar senin hulkunda büyümez.Çabucak kaparlar oranın dilini.Oynaştıkları arkadaşları oralı çocuklardır.Evde senden öğrendiği Türkçeyi konuşur. Okullarda yeteri kadar ana dil dersleri yoktur; kendi memleketine dair yeterli bilgiler de verilmez. Kendi çocuklarına ne öğretiyorsa, seninkilere de onu öğretecek haliyle. Kaldı ki buradan gönderilen öğretmenlere verilen ders süresi haftanın belli bir günü, belli bir saati. Hâsılı, çocuklar, oralıdır artık. Dilsizliği çektiğin için bilirsin, sevinirsin dil öğrenmelerine. Oysaki okumak daha bir yükselmek söz konusu olunca ,"yabancı" çocukların önüne olmadık engeller çıkartılmıştır. Elinden hiç bir şey gelmez.
Çocuklar oralı, senin bir yarın buralı, bir yarın oralı; istesen de, istemesen de. Gurbet ne zalim bir cellâttır. İnsanı yavaş yavaş tüketir. Para kazanır, biriktirirsin. O kadar çok, kerpiç damlarda fakirlikte geçmiş zamanların acısı vardır ki içinde, inadına yaparsın güzel büyük evleri. Kaç yıllık kazancını dökersin ücra bir köydeki yıkıntının üzerine. Gel velâkin emin- eşkin oturmaya hakkın yok gibi, oturamazsın. Sadece yedinci ayda buradasın; o da, bir hay bir huy geçiverir. Ev kalır fanıl fanıl; artık ne zaman izine gelirsen, bir yıl mı, iki yıl mı olur; o zamana kadar kalır ev öyle. Giderek, çoluk çocuk da köye değil de, deniz kenarı bi yerlere gelmeyi daha çok isterler. Gurbet sahiden insanı yavaş yavaş öldüren bir cellâttır işte. Oysa o evi yaparken en çok çocuklarının rahatını düşünür insan.
Buralarda kalan eş dost, buraların kaderini yaşar. Sen gittiğinden beri, köprülerin altından çok sular akmış, allı evlenmiş, güllü gelin olmuştur. Köyün en sümüklüsü muhtar olmuş, hüküm yürütmektedir. Herkeste bir kizginlik, zamanında bitini atmadığın adamlar, şimdi gâvurdan gelmiş, Hac' Ağa'nın culuk gibi kubarmaktadır. Gavırcı gavırcıynan yitişik halinde, gizli bir rekabet vardır sanki. Oysa birbirinin oradaki halini bilenler der ki. "Bunları adamdan saymayın, orada eşe dosta bi gayfe ısmarlamaya gorkarlar". Hani herkes aynı değil elbette, amma anlaşılan için için böyleleri de vardır. Burada caka sattığına bakmayacaksın.
“Zamanın ağaları buralarda kalmış işi gücü bozulmuş, kapısında çoban tuttukları avrupada zengin olmuştur”,diye laf ederler. Olağan; “düşmez kalkmaz bir Allah. İnsanoğlu bazan yoklukla sınanır, bazan varlıkla. Kimisi yokluğa dayanamaz asi gelir, kimisi paradan azar, yoldan ve adamlıktan çıkar. Sonradan görmelikse heç bir şeye benzemez" diye laf ederler.
Sen gideli beri o kadar çok zaman geçmiş ki, artık burada kalan eş dost, hısım akraba da sana yabancıdır; sen de onu tanıyamazsın, lafı lafına sinmez bir türlü. O da başka biridir senin için artık. Aynı acıyı ve sevinci solumuyorsa, giderek yabancılaşır insan birbirine.
İşin garibi, oralarda kimi çocuklar elden avuçtan çıkar da, arından kimselere diyemezsin. Orada olan birbirini bilir. Laftır, sözdür; elin ağzı torba değil ki büzesin. Herkes yapabildiğini yapmıştır; tabii ki öncelikle kendi yoldan çıkanlar ayrı. Kendi halinde işiyle uğraşıp da günün birinde çoluğuna çocuğuna lafımı geçiremeyenler başta, döker düşünür oğlanı veya kızı buradan evermeye kavil eder. Uzatmayalım; çoğu birkaç, bilemedin üç beş ay süren evlilikler geride bir kurban bırakarak bitiverir. Ne oradaki buradakine, ne buradan giden orada yetişene ayak uydurabilir. Artık, kurban edilenlerin sayısı, onlardan doğan çocukları da sayarsak, binlerle hesaplanmalıdır. Giderek aile bağları kopanlar, anlaşmalı evlilik ler, yardım parası almak için yalancıktan boşanmış görünenler; saygı, sevgi bağlarının pamuk ipliğinden daha incelmesi ruhlarda derin yaralar açar. Yoklukta yoksullukta bi ciyarayı bölüştüğün arkadaşlar akrabaların artık durumu şu söze tamı tamına uygun oluverir: Varlıya benziyo lom lom atışın; yokluya benziyo terazi tartışın…
Hâsılı vel kelam gurbetçilik dedikleri zanaat dengeleri de dengesizlikleri de bozmuştur. Kimse kimseyi anlamak derdinde değil. Herkes kendi içini döküp kendini anlatmak derdinde.
Kimisi, önüne gelene servet beyanında bulunur. Buradaki adam oradakinin malını ne yapsın. Sen durmadan aldığın evleri, kazandığın paraları; orada yaşadığın hayatın güzelliklerini anlatırsın burada tertibine, bölene, komşu çocuğuna, dayın oğluna, bibin kızına. O burada, davarı tavşanı, otu yavşanı derdindedir. Senin üç lafının biri abartılı abartılı servet beyanı ve para; karşındaki, goca goyunun gaval dinlediği gibi, kara kara dinler sadece.
Yedinci ayın bir kısmı, sen burada yokken ölen eş dost, hısım akrabanın baş sağlığına ayrılır. Bir kısmı da düğüne düzgüne getmeynen geçer. Tabii kimisi oradan buradaki doktorlara gitmeye gelmiştir. Tarla yolunda fidan gibi yürüyen kızlar, avrupada yüz otuz kiloyu geçmiş, yerinden kalkamaz olmuştur. Bir garip iştir ki sorma… Ne paranın tadı kalmıştır, ne pulun. Yokluk günleri bundan bin kat daha eyiydi, her şeyin bir tadı tuzu vardı. Sorumlusu kim olursa olsun , "böyük böyüklüğünü güçcük güçcüklüğünü yitirdi" işte.
Emirdağ Pazar yerine yakın duran arabadan burada yaşayan yaşlı dede indi. Başında bildiğimiz eski şapkası, sırtında eski ama temiz elbiseleri. Beli bükülmüş. Arkasından onun oğlu indi direksiyondan; Avrupalı kılığı düşmüş; acer giyimli, tıraşlı... Sonra onun hanımı indi; kolları cangır cangır altın cebeli falan… Sonra torunlar boy boy; bura çocuklarına heç benzemiyor haliyle. Büyük kız bir şey söylüyor, babasıyla tartışıyorlar; babasına bağırıp kalkıyor, besbelli azarlıyor; anası da ondan yana, çıkışıyor kocasına. Her halde kız kendi istediği neyse onu yapmak-yaptırmak istiyor. Baba karşı çıkıyor. Bu sırada dede, artık iyiden iyiye az işiten kulaklarıyla anlamaya, kıt sat gören gözleriyle durumu seçmeye çalışırken, oğluna bir şeyler söylüyor. Oğlan bir kaç kez duymazdan gelip, çocuklarını ikna etmeye çalışmaktadır. Sonunda aniden dönüp, babasını azarlıyor. "Tamam, baba ya, yapacaaz, bi dur!" … Tersinden bir azarlama sistemi. Tabii bu manzara herkes için geçerli değil. Ama ortada bir otorite karmaşası var. Daha açıkça şöyle söyleyebiliriz; Burada kalanla, oraya gidenin ve orada yetişenin değerleri, istekleri, beklentileri farklıdır. Bu yüzden iletişim kazaları olması kaçınılmaz oluyor.
Oysa buraya ne çok hasret biriktirerek, ne çok hevesle gelinmiştir. Çoğunu yapan yapıyor artık. Geziyor, denize gidiyor. Düğünlere gidip doyasıya oynuyor. Bir kısmı ise, tersine kavgasız dönmüyor hiçbir izinden. Ya buraya gelince eşiyle kavgaya başlıyor, kavga küfür, dayak, hakaret; ortalık "tarhana aşı na " dönüyor.“Ne umduk, ne bulduk”, diyor her iki taraf da. Oysa ne çok özlenmişti, ananın babanın kokusu; evlat hasreti ne çok acı vermişti. Birbirine doyamadan, yürekleri paramparça, kaç kere yollara yeniden düşe düşe gidildi. Ağır ağır oralara böyle mecbur kaldı insanımız.
Bir süre sonra yeniden başlanacak özlemeye. Özden söylenmeyen acı laf geçer gider. Belki hepsi de hasrete, gurbete isyandır. Gidip de geri dönememeye karşı gelmek, öfkelenmek, bağırmaktır. Dedik ya ;"Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var" . Bütün yollar gâvur ellerine doğru akarken, arabanın teybinde bir koygun türkü çalar ve sen bu kara yazgıya usul usul ağlarsın...
Ben gurbeti geze geze yoruldum
Evvel altın idim şimdi pul oldum
Varıp değer bilmezlere gul oldum
Felek beni daşa çaldı neyleyim
Koca koca köyler fanıl fanıl boş kaldı. Burada kalan ana baba her yıl biraz daha yaşlandı, göçerdi. Özlemenin de tadı kaçar, kekreleşir. Giderek özlemekten bıkar giden; ama burada kalan yapayalnızdır ve dünyası sadece özlemekten ibaret olur kocadıkça. Bir daha görememekten korkar can parçası evladını, torununu. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” diyen ne güzel demiş. Dedik ya, Göçerdir Anadolu insanının ruhu binlerce yıldır. Ülkemin her yerinde göçmek sözcüğü, bir yerden bir yere gitmeyi anlatır; yıkılmayı devrilmeyi anlatır bir de. Yörük, adı üstünde hep yürümekte olandır; Türkmen, yörüğün erken yerleşmiş olanı olsa da, Türkmen ve göçmen sözcükleri, aynı eki, -men ekini almış iki güzel sözdür. Göçmek sözcüğü aynı zamanda, ölmek anlamına gelir. Hayat baştan sona bir göçmenliktir bu yüzden. Emirdağlı der ki : “Ölümünen ayrılığı tartmışlar / Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık…”, daha ne desin…
İnsan aslında her nereye gitse götürmez mi kendini… Gittik uzak ellere, elli yılı geçti ilk gitmemizden bu yana, evet… Gelfaka, Emirdağ’ı da alıp götürdük bavulumuzda, denklerimizin arasında; tıpkı Uzak Asya’dan buraya taşıdığımız türkü ler ve kilimler gibi memleketi de yanımızda götürdük. Gittik ama burada kalan, her gelişimizde ne yapsak, neylesek, bir türlü alıp da götüremediğimiz bir şey vardı; bir ona yetmiyordu gücümüz işte… Yokluğun ve acının her türlüsüne tahammül etmesini bilirdik; ama bir ona yetmiyordu gücümüz. Hep burada kalacak, ne kadar uzaklarda da olsak buraya kanayacak; ancak bedenimiz bu bozkır toprağına girince rahata kavuşacak ruhumuz… Biz ölünceye kadar, nerede olursak olalım, hep burada çarpacak ve yarası kapanmayacak bir şey bıraktık burada: kalbimiz… Belki de en çok bundan olmalı, zalim bir cellâttır gurbet…
Adnan Durmaz
30 Ekim 2011
Not: Bu yazının başlığını önce ‘Sonsuzda Bir Göçmenliktir Hayat ‘ koymuştum. Bir ara ‘Zalim Bir Cellâttır Gurbet’ demek geçti içimden. Sonunda bu başlıkta karar kıldım, herkes kendince anlasın; SONSUZDA BİR GÖÇMENDİR HAYAT...
Not:2- Göç, göçebe, göçmen, göçer, göçük… Türkiye Türkçesindeki göç sözcüğü, Azerice: köç; Başkırtça: küsiş, küsiv; Kazakça: köş, köşüv; Kırgızca: köç; Özbekçe: köçiş; Tatar Türkçesi: küçiş, küçü; Türkmence: göç, göçüş; Uygurca: köçüş biçiminde kullanılıyor. Göçmen sözcüğü ise, Azerice: galma: Başkırtça: kilmişak; Kazakça: kelimsek, kirme,konisavdarğan; Kırgızca: kelgin, kökçün; Tatar Türkçesi: kilmişak; Türkmence: gelmişek biçiminde kullanılıyor. Görüldüğü gibi bazı Türk ağız ve lehçelerinde göçmen: galma (kalmakla ilgili) ,kelimsek (gelmekle ilgili), kirme (girmekle ilgili), koniş (konmakla ilgili) anlamlar taşımaktadır. Göçkün-göçgün biçiminde kullanılan sözcük Anadolu ağızlarında, göçer, evi olmayan, çadır hayatı yaşayan kimse, göçebe anlamında kullanıldığı gibi, yaşı ilerlemiş kimse anlamında da kullanılıyor. Uzak Asya’dan yüzyıllar boyunca, göçerliği babadan oğla miras bıraka bıraka, zamanları ve mekânları aşarak Anadolu’ya gelenler için, ‘göçmenlik’ ve ‘ölmek’ ikiz kardeş kadar iç içedir. Yaşama biçimi göçerlik olunca “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen insanlar, Uzak Asya’dan buraya, develeri, atları, topakevleri, türküleri, ağıt ları ile kirmani kılıçları ve taşı delen temrenli mızraklarıyla, vuruşa vuruşa ve kırıla kırıla gelmişlerdir. Burada da yerleşmek adeta nefes alamamakla bir sayılmış, büyük kaçkunluklar ve sürgünler yaşanmıştır yüzyıllarca…
Yüreğine sağlık üstadım..
Erdinç Şener
16-02-2021 05:18