YAL DOSTU DEĞİL – HÂL DOSTU…
Adnan Durmaz
Benim bunda kararım yok, bunda gitmeye geldim
Bezirgânım mataım çok, alana satmağa geldim.
Ben gelmedim da'vi için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim
Dost esruğu deliliğim, âşıklar bilir neliğim
Devşuruben ikiliğim, birliğe bitmeye geldim
Yunus Emre âşık olmuş, ma'şuka derdinden olmuş
Gerçek erin kapısında ömrüm harcamaya geldim
Yunus Emre
(Bunda: Burada/Bezirgân: Tüccar /Mata: Mal, erzak /Dav’i: dava peşinde koşmak, kavga, dava./ Sevi: Sevgi /Esruk: Sarhoşluk /Devşuruben: Kaldırıp, toparlayıp /Bitmek: Kavuşmak /Maşuk: Allah (âşık olunan, sevgili)
İnsan yaşamında her sabah yeni bir başlangıçtır. Çoğu zaman, geçmiş günlerin biriken kaygılarıyla açılır yeni günlerin kapısı. Kimisi dünden kalan bir işi tamamlamak için başlar koşuşturmaya; kimisi dünden süren acıyı, sıkıntıyı çekmeye devam eder… Rençper tarlasına, esnaf dükkânına, çoban kırlara, doktor hastaneye, öğretmen okula, kaymakam makamına gider. Kimisi kahveye gidip, sabahın köründe oyun oynamaya başlarken; ameleler ilçe meydanlarında beklemeye başlarlar, yaz kış demeden. Hayvanlar bile rızıkderdine düşer her yeni günde.
Her gün yeniden başlar hayat; fakat aslolan mutlu ve huzurlu bir yuvadan çıkarak dalmaktır dünyaya. İnsanın evidir kalesi ve hanedeki sevgi, saygı, şefkattir; evin direği, duvarları, kapısı. Mutsuz ve kaçarcasına çıkılan kapılardan, isteksiz ve yorgun günlere başlanır. Kırgın veya öfkeli, yorgun veya isteklerini kaybetmiş yürekler ve asık yüzlerle başlanan her gün, hayata ve insanlara soğukluk ve itici davranışlar sunulur.
Her ilçenin, her ilin, her ülkenin hatta her köyün günlük hayatı da böyle başlar. Büyük bir kentin ağzını bıçak açmayan sokakları da vardır; kaygısız ve ağzı kulaklarına varan sokakları caddeleri de. Her insan ve her kent mutluluğunu ve mutsuzluğunu katar hayata. İnsan kıymeti bilmekle başlıyor her şey; insana insan gibi değer vermekle. Saçını süpürge edip, önüne yemek getiren kadına kötü davranan adamların evlerinde ve akşama kadar ekmek parası kazanmak için, bin bir türlü zorlukla çabalayan adamın yorgunluğunu sıkıntısını anlamayan kadınların evlerinde, ancak öfke, kavga, mutsuzluk olabilir; ne sevgi, ne şefkat, ne saygı…
Bir ili, ilçeyi veya kurumu daha iyi yönetmek için çabalayan, kendisine bağlı kurumların tıkır tıkır işlemesi için gece gündüz sorumluluk taşıyan yöneticiler ve onlarla iç içe olan birimler arasındaki uyum, başarıya giden yegâne yoldur. Hastalarıyla sanki ‘hasta’ olan kendisiymiş gibi ilgilenen doktorlar, yalnızca sevgiyi, saygıyı hak eder. Öğrencilerine tembel, çalışkan, yaramaz, uslu ayrımı yapmaksızın, kendi çocukları gibi davranan öğretmenin, insanlardan beklediği, hak ettiği değerdir. Bu tür insanlar mesleklerinde başarılı olacaklardır elbet; ancak en büyük kazançları kaybolmayacak olan sevgi ve saygı olacaktır. İnsanın en büyük zenginliği yüreklerde kazandığı yer değil mi…
Memurlar için her tayin oldukları yer yeni bir başlangıçtır. Kimisi tayin olup gidince unutulur. Kimisi ise insanların yüreğinde kadim bir yer kazanır ve orada sürekli yaşar. Bizi insan yanımızdır farklı kılan. Hastanede azarlanan, devlet dairelerinde terslenen, okulda dışlanan insanlar bırakarak gittiğimiz yerlerde, hafızalarda ve yüreklerde, bize ayrılacak, nokta kadar bir değer olmayacaktır.
Bir Yusuf Ziya Bey vardı, bileceksiniz; sanki dün gibi buradaydı, hatırlarsınız… Bu toprağın insanıydı, o yüzden tanırsınız, görseniz hemen bilirsiniz, çekinmeden yanına yaklaşır, konuşursunuz. Dün gibi buradaydı; çünkü kahvedeydi, sokaktaydı, bazen bir köy düğününde zeybek oynardı; bazen bir cenazede tabut omuzlardı, yüzünde yakını birisini kaybetmenin acısını taşıyarak. Duvarında Fransız ressam Jacques-Louis David’in ünlü Sokrates’in Ölümü tablosunun kâğıda basılmış bir örneği asılıydı. Kimse bilmezdi, Eamonn Butler ‘in ,”Hayek: Çağımızın İktisat ve Siyaset Felsefesine Katkısı” adlı esrini çevirirdi, muhtemelen 06’da kalkacağı bir gecenin, 03’lerinde.Şiir tiryakisi biriydi, Nazım'dan, Necip Fazıl'a kadar. Birkaç kişi dışında kimse bilmezdi ilgi alanlarının açısının nereden nereye uzandığını. Kuşkusuz ki, tüm bunlar ve daha fazlası her türden insanın var olduğu, toplum dediğimiz olguda, başkalarının gözünde ve yüreğinde değerli kılmaya yetmez kişiyi. Şu an dünyanın neresine gidersek gidelim, hiç tanımadığımız ama bizi sevmeyecek, düşman olacak insanlar da, bizimle dost olacak insanlar da orada, hazır beklemektedir. Vatandaş ve yönetici Yusuf Ziya’yı da, hatta mahalleye dadanan hırsızı da, şehrin sapığını da, gideceği her yerde bekleyen, henüz tanımadığı dostları ve düşmanları olacaktır. Aslolan, yaralının yarasını sarmak, ağlayanın gözyaşını silmek, verince fazla olanı aşıp kendinden kopartarak vermek; insana insan gibi bakabilmek… İnsanlar Yusuf Ziya Bey'i unutmadılar. Yüzlerce ilçede var olan yüzlerce yöneticilerden birisiydi; ama başkalarının sorunlarını çözmek için uykusuz geceler geçiren bir insandı, kardeşti, arkadaştı, hal dostuydu. Siz bilmezsiniz ama yıllar sonra, hala onun bulunduğu yere, telefonla ulaşan, bir zamanlar sorunlarını çözmek için, sabaha kadar kafa yorduğu insanlar var; bana selamını iletirler, oradan biliyorum. Kendilerini bir ideolojinin cenahında sayıp, aslında ideolojileriyle hiç ilgisi olmayan, yalnızca sağcı- solcu-dinci ‘geçinmekten’ başka bir işlevleri olmamış; aksine savunur göründükleri düşüncelere külliyen zarar vermiş, dansözler, belkemiğini lazerle aldırtmış tiplemeler, o zaman akıl erdiremedikleri gibi, şimdi de akıl erdiremezler, bu sözleri yazmakta olan kişi ile Yusuf Ziya Bey’in nasıl dost olabildiklerini. Muhtemelen ikimiz de “dönek” falan konumunda sayılıyorduk. Biz insanlarla hep ortak noktalar aradık, farklı düşünce ve bakışlarda keşifler yaparak, başkalarının bizim gibi düşünmemesine saygı duyarak, ortak yanlarımızı derinleştirerek insani bağlar ı sıkılaştırarak... Koskoca ve bembeyaz bir duvar üzerinde, bir kurşun kalem noktası kadar leke aramaya, koskoca bir ağacın sayısız yaprağı arasında kuru bir yaprak aramaya çıkmayı iş edinerek, kendilerini kanıtlama derdine düşenler, acaba biliyorlar mı, başkaları için ağlamanın yüreği yıkayıp arındıran güzelliğini, başkalarının yarasıyla kanamanın insanı nasıl insan kıldığını. Keşke başkalarının ağlanacak ve yüreği kanatacak acıları olmasa; çünkü biz hep başkalarıydık zaten, başkaları diye bir şey yok… Yalnızca insanların anasını ağlatanlar, dünyayı zindan kılanlar, acının simsarları, kan emiciler bir de bunların karşısında yer alanlar var… İşte dünyanın her yanında bizi bekleyen dostlar ve düşmanlar; daha doğrusu bize düşman olanlar ve dost olanlar…
Bir Yahya Bey vardı; Doktor Yahya Bey dün- öteki gün buradaydı. Sanki hâlâ, postane aralığındaki küçücük muayenehanesinde oturuyor, pek çoğundan ücret almadığı hastalarını beklerken bilgisayarı açık, ya o gün hastanede tespit ettiği bir vakanın benzerini yabancı tıp sitelerinden araştırıyor; ya da elinden hiç bırakmadığı tuğla gibi kitaplardan birini okuyor. Yolda hızlı hızlı yürürken, aklında gündüz muayene ettiği yüzlerce insana dair, koyduğu teşhisleri test ediyor kafasında yeniden… Şimdi Eskişehir Özel Ümit Hastanesinde çalışıyor; en azından görebileceğimiz uzaklıkta. Yahya Bey doktordan çok, kardeşti, emm’oğluydu, arkadaştı, dosttu… Bu nedenle onu unutmadı insanlar…
Daha öncelerden bir Önder Bey vardı, Doktor Önder Keleş. O da öyle, Yahya Bey gibi, paraya pula değil insana bakardı, insan gibi bakardı. Yıllar oldu İzmir'e tayin olup gideli. Ama hala hafızalardadır yeri…
Afyonlu Emşerimiz, Zekeriya Çelebi, Emirdağ Anadolu Öğretmen Lisesinde çalışan genç bir matematik öğretmeniydi. Her sabah Afyon’dan gelip, akşam giderdi. Öğle araları, okulda kalır ve okulda olan, daha çok köylerden geldikleri için dışarıya çıkmayan öğrencilere matematik dersi verirdi. Bir de Fatih İlköğretim Okulundan Ramazan Atlar vardı. Melek kavramına yakın bir insandı, sürekli tebessüm eden, bir tema gönüllüsü olarak, derviş vakarıyla, kendisine verilen her işe koşuşturan, okulda dergi çıkarmak gibi sosyal çalışmalar yapan, karıncayı incitmemek için adeta her adımını ona göre atan, yüreğindeki sevgiyi yüzünde görebileceğiniz bir insandı… Elbet şimdi de vardır böylesi insanlar, bu yazıda biz buradan gitmiş olanları, yüreğimizde her daim yâd ettiklerimizi yâd ettik; hepsine yürek dolusu selamlar olsun… Şu an, ilçemizde görev yapan nice güzel insan var; onlardan bahsetmeme nedenim yanlış anlaşılmalara mahal vermemektir. Bir de kendi ilçemizden olan insanlara değinmemiş olmam, genelde burada çalışıp başka yere gidenler, ya da hakkın rahmetine kavuşanlardan bu anlamda söz edebilirim. Birileri beğenir beğenmez, orası ayrı; ancak şimdi Aydın Fen Lisesinde görev yapan arkadaşımız, Taner Emeksiz mesleğini hakkınca yapan, sürekli kendini geliştirmek için çalışırdı. Ankara’ya gidip kitaplar aldığını, gidip Eskişehir’de yüksek lisans yaptığını, derslerini bilgisayarda görselleştirmek için programlar öğrendiğini biliyorum. Diğer yandan, İlhami Hocamız, Ramazan Güzle Hocamız, Merhum Ali Köycü Hocamız, burada kaç insan yetiştirmiş fedakâr insanlardı. Yaşayan ve bizlere emek vermiş Abdil Kızılkılıç, Zafer Çaylı, Adil Bulduk gibi pek çok öğretmenimize uzun, mutlu, sağlıklı bir hayat diliyorum buradan… Burada adını anamayacağım kadar çok ,bu ilçeye emek vermiş merhum hocalarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Bu bölümde daha çok öğretmenlerimizden söz ettim, ilk aklıma geliverenleri yazabildim. Adları saymakla bitmez elbette, hakları da ödenemez; onlardan örnek verme nedenim: bütün meslek dallarındaki insanların onların eserleri olmasıdır.
Devlet memurları tayin olur gelir, gider. Kimisinin gittiğinden de geldiğinden de haberimiz olmaz. Kimisi gitse de, kalbimizde kalır hep. Nerede olurlarsa olsunlar, dostturlar, arkadaştırlar, kardeştirler. Burada ancak, yakından tanıyabildiklerimi yazabildim. Değilse bizim ilçemizde ve her yerde, oraya görevli olarak gelip, insana insan gibi davranan; yapabileceğinin en iyisini yaparak huzur bulabilen pek çok değerli insan vardır.
Atanmış veya seçilmiş yöneticiler, insanlara hizmet sunan çiftçiden esnafa, mimardan, avukata çalışanlar, kimse kalıcı değil bu dünyada, aşikâr. Bir gün bu hayattan da çekip gideceğiz. Çevrenize bir bakın, nice insan var ki, bu dünyada kişisel hırslarının peşine takılarak, insanlığından çıkmış, üç kuruşluk çıkarları için her kılığa giren,”bana değmeyen yılan bin yaşasın” felsefesiyle, başkalarının acılarına kör kalan, para, kariyer peşinde acımasızlaşan, firavunlaşan sonunda da öbür dünyaya göçüp giden, nice insan… Nice insan var ki, akarsu gibidir, akar ve kuruyan çiçeği, susayan canlıyı, büyüyen ağacın kökünü bulur; nice insan var ki, ağaç gibidir, sizden hiçbir şey istemeden verir: havaya oksijen, dünyaya güzellik, kuşlara ve rüzgâra şarkı, insana meyve verir… Onlar bir başka yere gidince gitmiş olmazlar, her nerede olurlarsa bizimledirler…
Aslolan ne gelmek ne de gitmek; adam gibi adam olmak aslolan. Kendi çıkarlarını değil toplumunun yararlarını ön planda tutabilmek aslolan… Cenap Şahabettin’in deyişiyle:” Menfaat bir sandalyeye benzer; Başının üzerine koyarsan, seni alçaltır, Ayaklarının altına alırsan, seni yükseltir. İnsanın kıymetini insan bilir. İnsan olmayan ne anlar insanlıktan; aksine sen insan oldukça sana düşman olur... Makamlarıyla değer kazananlar, gidince unutulur, işini hakkıyla yapıp, insanlıklarıyla değer kazananlara gelince, onların kıymetini, gitmeden önce bilmek gerek. Çevremizde yaşayan makam mevki dışında güzel insanların, ananın babanın, kardeşin, eşin, dostun kıymetini de, bu dünyadan gitmeden önce bilmek gerekiyor; dünyadan göçüp gidince ağlamanın bir yararı yok.
Sözlerimi yine Koca Yunus’un bir dörtlüğüyle bitiriyorum; ‘cümle yaratılmışa bir göz ile bakan’, gönül insanlarına bin selam olsun:
Söylememek harcısı, söylemeğin hasıdır
Söylemeğin harcısı, gönüllerin pasıdır
Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise, hakikatte asidir
(Harcısı : Uygunu /Has: Güzel /Müderris:Medrese öğretmeni,(bu günkü anlamıyla:profesör)
Emeğinize sağlık
Nuran Çakmak
11-02-2021 19:34